Deliliğin Dağlarında – Kitap Yorumu

Merhaba arkadaşlar… Yine hayal kırıklığına uğradığım bir eserle karşınızdayım… :’)

Deliliğin Dağlarında – Arka Kapak:

Anlatmam gereken gerçeklerden kaçınılmaz olarak kuşku duyulacak; yine de eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım, geriye hiçbir şey kalmazdı.

Howard Phillips Lovecraft, küçük yaşta babasını kaybeden, gençliğinde de annesini akıl hastanesine uğurlayan yalnız bir adamdı. Büyükbabasının anlattığı korku öyküleri onun dehşetlere gebe hayal dünyasının kapılarını açtı. Hep içine kapanık biri oldu. Tek çaresi yazmaktı. 1920’li ve 30’lu yıllarda yazdığı öykülerle korku edebiyatına damgasını vurdu ve korku diye adlandırdığımız duyguyu yeniden tanımladı. Onun eserlerinin çoğu modern insanın adlandıramadığı dehşetler hakkındaydı.

Deliliğin Dağlarında, adlandıramamanın yarattığı dehşeti bir bilim adamının, yani asıl işi tanımlamak ve sınıflandırmak olan birinin gözünden yansıtıyor okura. Tam da bu yüzden korku edebiyatının meselesi olan metinlerinden biri bu. Bilinmeyeni aydınlatma çabasının ve modern insanın umutlarının karşısında, derinden yükselen bir karanlığın ve sözcüklere dökülemeyen bir deliliğin öyküsü…

Deliliğin Dağlarında – Kitap Yorumu:

Karanlık Kitaplık serisinden, korkmayı umarak ve Lovecraft’ın gotik anlatımına inandığım için taa geçen yıl ilknokta’nın %50 indirimiyle alıp kitaplığıma özenle yerleştirdiğim bir kitaptı ama tam bir hayal kırıklığı oldu desem? Çok mu ağır kaçar emin olamıyorum.

Açıkçası, anlatım ve dil harikaydı. Oluşturmak istenilen fikir ve evren on numaraydı ama keşke Lovecraft bizi biyolojik ve jeolojik terimlere boğacağına gizeme ve gerilime boğmuş olsaydı. Zira, korku kitabı olarak elinize aldığınızda bir gerilim hissetmek, o korkuyu içinizde yaşamak istersiniz. Karşınıza neyin çıkacağını anlayamaya çalışırsınız ama bu kitap, bütün bunlardan yoksundu.

Gerçi merak duygusunu uyandırdı, uyandırmadı diyemem ama ufacık bir merakım oldu, o da kitabın yoğun bilgi yüklemesiyle birlikte gıdım gıdım etkisini yitirdi diyebilirim.

İlk üç bölüm boyunca tamamen terimsel anlatım, güney kutup bölgesine giden ekibin orada nasıl bir ortamla karşılaştığına dair bilgilerin yoğun yoğun yedirildiği kısımdı. Oralar biraz baydı, zira coğrafyası iyi olan birisi değildim ve coğrafik olaylara da çok merakım olduğu söylenemezdi. O yüzden kullanılan terimlerin yarıdan fazlasının ne anlama geldiğini bile bilmemek bir miktar sıkıcıydı.

Üçüncü bölümden sonra, olaylar karışmaya başladı. Keşif ekibi gruplara ayrılıp farklı üs bölgeleri kurarak araştırmalarına devam etme kararları aldı derken, bir sabah Lake’in ekibinden yanıt alamayan anlatıcımızın grubu, Lake’in ekibinin bulunduğu yere sefer düzenliyorlar ve işler bu noktada büyük bir merak uyandırıyor.

Yani, dedim ki, “Beklediğim kısım geldi, evet gerilmeye başlıyorum…” ama yok, arkadaşlar yok yani. Bu kitapta korkunun k’sini bırakın düz çizgisi bile yok!

Ne kadar meraklandıysam, ilerledikçe de bir o kadar bayıldım diyebilirim. Beklentim, tamamen korkma yönünde olduğu için ve bu kesin bir şekilde karşılanmadığından dolayı kitap beni hayal kırıklığına uğrattı.

Ek olarak, bilmediğim eserlere göndermeler vardı. Bir tek Edgar Allan Poe’ya olan göndermede heyecanlandım, kendisi benim favori yazarlarımdan birisidir. Onun dışında ne bahsedilen eserleri biliyordum ne de kullanılan terimleri…

Bilgi boğmasının bolca olduğu, güzel bir anlatıma sahip ama yedirilemeyen korkunun verdiği keyifsiz bir kitaptı açıkçası… En azından, benim beklentimi karşılayacak türde değildi. Zira, olayı ve evreni, tarih öncesi varlıkların yaşantılarını öyle derinlemesine anlattıktan sonra insan, bunun gerilimini hissetmeyi bekliyor.

Ancak gerilim yoktu, korku yoktu.

Son otuz sayfada ufak bir kaçışmalar falan oldu, biraz aksiyonumuz yükseldi ama o da fos bir noktalamayla bitti. Danfroth kafayı yiyecek derece dehşete düşürecek bir şey gördü ama anlatıcımız Danfroth’un neyi gördüğünü bilmediği için bize bunu aktaramadı.

Aktarmış olsaydı belki daha keyifli olurdu, en azından kafayı yiyecek kadar dehşet olan o korkunun temelini öğrenirdik ama tamamen bilinmezlik vardı ve bu bilinmezlik insanı korkutmuyordu.

Üzülerek söylüyorum ki, ilk Lovecraft okumamın hayal kırıklığı olmasını beklemiyordum… Özellikle de Edgar Allan Poe’nun gotik anlatımını ustaca sürdürdüğü yorumlarını okuduktan sonra bu kitabı okumak…

Ah, arkadaşlar ah. Hayal kırıklıkları içindeyim sadece.

Deliliğin Dağlarında – Alıntılar:

Bir an için manzaranın dünyadışı kozmik güzelliği karşısında ağzımız açık kaldı, sonra belirsiz bir dehşet sürünerek ruhlarımızın içine ilerlemeye başladı.

Bilinen şartlarda bu tünele dalmak kesinlikle intihar demek olacaktı ama bilinmeyenin cazibesi bazı insanlarda tahmin edildiğinden daha etkili oluyor.

Belki de delirmiştik, dememiş miydim size, o zirveler deliliğin dağlarıydı diye?

Bu noktadan sonraki motivasyonumuz, benim artık psikologlara havale ettiğim bir şey.

Eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım, geriye hiçbir şey kalmazdı.

Eğer mantıksız ve inanılmaz gözüken şeyleri çıkaracak olsaydım, geriye hiçbir şey kalmazdı.

Semiha Kaya

6 Haziran 1998 doğumlu, hayalleri yaşından çok olan ve hepsini bir bir gerçekleştirmek için acayip hırs dolu bir insanım.
Hırsımın yanı sıra, üşengeç ve unutkan da olduğum için tüm planlarımı sonsuza dek yaşayacakmışım gibi yaparım lakin genelde anın tadını çıkartırım. Hem ne demiş James Dean?
"Sonsuza kadar yaşayacakmışsın gibi hayal kur. Bugün ölecekmişsin gibi yaşa."
İşte tam olarak ben de böyleyim. Sonsuz hayale sahibim ancak anımın da kıymetini biliyorum. Her anın tadını çıkartıyorum.
Size de anınız kıymetini bilmenizi tavsiye ederim, ne de olsa zaman geri dönmez. :)

Bana, instagram: semihaakaya kullanıcı adı üzerinden ulaşabilirsiniz!

Önerilen makaleler

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: