Gizli Numara – “Dört Koca Yıl”

efsunlublog-gizlinumaraserisi

Merhaba arkadaşlar!

Bugün, benim için özel olan günlerden birisi… :’) Bugün, benim Gizli Numara serisi için ilk bölüm attığım günün yıl dönümü…

Birçok hikâyeme ne zaman başladığımı ve ne zaman yayınladığımı, not alma ihtiyacı hissetmezken Gizli Numara ile başardığım şeyler artık bunların özel olduğunu fark etmeye itti beni ve işte artık sürekli tarih tutar hale geldim.

Ehehe, şimdi gelgelelim Gizli Numara’ya.

Bugün, Gizli Numara serisi ve karakterleriyle ortaya çıkışımın dördüncü yılı!

Dört koca yıl, dile kolay değil mi?

Tam olarak, dört yıl önce bugünlerde telefonda arkadaşım Şeyma ile konuşurken bir anda kendimi bu kurguya kaptırıp da hikâyenin ilk bölümünü ona attığım hemen ardından da saçma sapan bir kapakla Wattpadde paylaşmamın dördüncü yılı…

Bu minicik paragrafta, dört yıllık macera ve üç yıl boyunca süren basım yayın aşamasını resmen özetledim.

Dört koca yıl, 64 bölüm, 11 özel bölüm, bir özel şarkı…

Geriye bakınca, insan zamanın nasıl geçtiğini fark edemiyor ama zaman çok hızlı bir şekilde akıp gidiyor. Ben daha ilk bölümü yazdığım günü hatırlayabiliyorken o zamanın üstünden dört koca yıl geçmiş ve artık lisede değil, üniversitedeyim ve oturmuşum bitmiş hikâyeme özel bölüm yazıyorum…

Ahh, daha fazla dramatikleşmek istemiyorum o yüzden, sizlere keyifli okumalar dilerim.

Çok sevgili çocuklarım, bu özel günde sizinle birlikteler…

 

📱

“Dört Koca Yıl”

 

Salonun içindeki gürültü patırtı uzayıp giderken, karşımdaki televizyona gerçek anlamda boş bakışlar atıyordum. Etrafımda dönen bu kargaşanın bir an önce son bulmasını dileyerek, açık bile olmayan televizyona bütün ilgimle bakıyordum çünkü başka bir şey yapamazdım.

Kargaşa, Zeynep’in çığlığı ile kesin bir sekteye uğradığında Reyhan’dan karşı cevap hemencecik gelmişti.

“Zavallı kulak zarlarımla derdin ne senin?”

“Tüm ev, boya kokuyor! Sana bunları odanda yapmanı ve havalandırmayı açmanı söylemiştim! Hem de defalarca kez!”

“Ben de sana, havalandırmayı açtığımda götümün donduğunu söylemiştim, değil mi? Madem sanatıma karşısınız, o zaman neden benimle aynı eve çıktınız?”

Tartışmaya dahil olmak istemesem de, “Burası benim evim…” dedim, aslında ev benim değildi üçümüz de kira ödüyorduk ama evin babası ben gibiydim, kirayı ve faturaları ödeyen bendim! Herkes maaşını ya da bursunu getirip, benim elime sayıyordu… Ayağa kalktım ve görmeye alışık olduğum manzaraya, kollarımı göğsümde bağlayarak iki yakın arkadaşıma, bakmaya başladım.

Zeynep, üniversiteye başladığımız gün saçlarını çılgınlar gibi boyamaya başlamıştı bu yüzden rengini çözemediğim canlı bir pembe, sanırım ona fuşya diyordu, olan saçları darmadağınık bir şekilde, elinde tuttuğu kedi yavrularıyla Reyhan’ın karşısında dikiliyordu.

Reyhan ise, sürekli yağlı boya ve benzeri şeylerle uğraştığı için üstüne, ‘Yanıcı maddeyle yaklaşmayın’ yazan düz beyaz bir tişört giymiş, saçının bazı yerlerine alakasız renklerin yapışıp kaldığı saçlarını tepesinde topuz yapıp, fırçalarından birisiyle tutturmuştu.

Kısacası ikisi de sıradan ev halleriyle karşımda duruyordu.

“Ooo, kralımız bugün kimi evden atacak acaba?” diyen Zeynep’e gözlerimi devirerek, “Kendimi, çünkü haftanın yedi günü duyduğum bu kavgalardan gına geldi. Gidiyorum,” dedim, kendimi kocasını terk eden o kadınlar gibi hissederken üstüme kısa bir bakış atıp dışarı çıkabileceğim türde giyinmiş olmanın verdiği özgüvenle kapıya doğru ilerlemeye başlamıştım.

Tabii, kocasını terk eden o kadınlar gibi ev terk etme girişimim, iki yakın arkadaşım tarafından engellenmedi ve bende portmantoda duran montumla birlikte evden çıktım. Akşam eve döneceğimi bildikleri için, şimdilik birbirlerini yemeye devam edeceklerdi muhtemelen.

Evden birkaç adım uzaklaşmıştım ki, cep telefonumun çalmaya başlamasıyla birlikte derin bir iç çekerek telefonumu cebimden çıkarttım ve ekrana bakmaya başladım.

‘Bilinmeyen Numara’

Geçen ay telefonumu değiştirdiğim için artık telefonum gizli numaralara kapalı değildi, öte yandan benim zamanımda ekranda yazan ‘Gizli Numara’ yerini, görüyorum ki ‘Bilinmeyen Numara’ya teslim etmiş…

Egehan beni yıllar önce aradığı için mutlu olmalı çünkü ona ‘Birader’ ya da fazla cıvık olmayan aşk kelimeleri dışında, ‘Bay Gizli Numara’ diyorum… Düşünsenize, ‘Bay Bilinmeyen Numara’ demeye çalıştığımı? Hem dile estetik gelmiyor hem de çok uzun!

Yeşil simgeyi kaydırarak telefonu kulağıma yasladığımda, boğazımı temizleyerek, “Efendim?” dedim.

Duymaya alışık olmama rağmen, her duyduğumda kalbimin farklı çarpmasına neden olan kişi, “Kim olduğumu söylemek isteseydim, seni gizli numaradan arar mıydım?” dedi. İstemsizce gülerek, “Ama bu replik biraz erken gelmedi mi?” diye karşılık verdiğimde Egehan’ın güzel kahkahası kulaklarımı doldurdu.

“Evet, erken geldi ama aradaki minik sohbeti atlamak istedim…” dediğinde, o minik sohbeti kaç yüz defa gerçekleştirdiğimizi anımsayarak ona hak verdim.

“Bugün seninle buluşmak istiyorum, o yüzden… Hazırlanıp çıkman için bir saat veriyorum sana!” diyen Egehan’la istemsizce kaşlarımı çattım ve “Evden çıktım ben, yakınlardaysan gelip alabilirsin beni…” dedim.

“Ov, kızlar yine birbirlerine girdi sanırım?” diye sorduğunda, derin bir iç çekip, “Hep aynı muhabbet, hep aynı kavga… Bıkmadılar resmen! Hayır, ben bu ikisinin aynı evde yapamayacaklarını biliyordum, uyardım onları!” diyerek, anında söylenmeye başladığımda, Egehan’ın o güzel kahkahası bir kez daha kulaklarımı doldurdu.

Egehan, “Ah sevgilim… Çok sürmez, seneye evlerinize geri dönmek istersiniz!” dediğinde, “Ben şimdiden evime dönmek istiyorum. Abimle yaşamak, Reyhan ve Zeynep’le yaşamaktan daha kolaymış, onu fark ettim!” karşılığını verdim.

Hazırlık zamanındayken Zeynep ve ben evde kalmayı tercih etmiştik, Reyhan’sa yolun uzunluğundan dolayı yurtta kalmıştı. Birinci sınıfa başladığımızda ise, -biz birinci sınıfa başladığımızda Reyhan ikinci sınıftı- Reyhan yurtta kalmaktan sıkılarak ev kiralamaya karar verdi ve bizi de bu işe ortak etti.

O ortaklığın başladığı gün, Reyhan ve Zeynep’in de ardı arkası kesilmeyen kavgaları başlamıştı.

Normal şartlar altında çok iyi arkadaştık, gerçekten arkadaşlık kavramını arşa çıkartabilirdik ama gün içerisinde birlikte geçirdiğimiz beş saat bir anda yirmi dört saate dönünce afallamıştık, birbirimizin aslında hiç mi hiç bilmediğimiz yönlerini keşfetmiştik.

Mesela Zeynep üşengeçti, evet delicesine üşengeçti ama pisliğe de gelemiyordu. Eh, Reyhan’ın boyaları her yerdeydi bazen canı sıkılır duvarlara bir şeyler çizerdi ki Zeynep de gece uyandığında hâlâ ıslak olan boyaya sürtünür sabah çığlıklarla uyanırdı.

Kısacası, Zeynep’le Reyhan birlikte kalmak için uygun değillerdi. Hele benimle yaşamak için hiç uygun değillerdi çünkü ben resmen koltuk meraklısı iktidar liderleri gibi davranıyordum. Evin lideri olma yönünde büyük eğilimler gösteriyordum ki olmuştum da.

Kira, faturalar, mutfak alışverişleri… Ev için olan her harcama benim elimden geçiyor her şeyin çetelesini ben tutuyordum. Bu da kızları delirtiyordu çünkü çok fazla hesap soruyordum.

Mesela Zeynep iki kavanoz nutella alır, ertesi güne bitirirdi. Kahvaltıda nutella göremeyince, “E, Zeynep dün almıştık?” dediğim anda “Sen benim lokmamı sayıyorsun ya!” kavgası kopup gidiyordu.

Kısacası, üçümüz kız kardeş, dost, arkadaş olarak iyiydik ama ev arkadaşı olarak kesinlikle iyi değildik.

Yine de, akşamları koltuk karşısına yığılıp kaldığımızda ben ortada otururdum. Reyhan bir yanıma, Zeynep bir yanıma oturur başlarını omuzlarıma yaslarlardı ve üçümüz televizyon karşısında uyuyakalana kadar bir şeyler izlerdik. O geceler güzeldi, huzurlu hissederdim. Hem de lise zamanımızdaymışız gibi hissetmekten de alıkoyamazdım kendimi.

Birbirimizde kaldığımız geceleri anımsar, ileride birlikte yaşayacağımızı hayal ederdik.

Gerçi birlikte yaşayışımız hayallerimizdeki gibi olmasa da, en azından hayalimizi gerçekleştirmiştik. Kötü sonuçları olduğu gerçeğini yıkan tabu da buydu zaten. Hayalimizi gerçekleştirmiştik!

“Ya Egehan…” dedim, hâlâ telefonun açık olduğunu anımsayarak. “Efendim sevgilim?”

“Acaba seninle aynı evde yaşasak ne olur? Yani düşünüyorum, ben bu iki kızla yaşamayı yıllarca hayal ettim. Birlikte mükemmel uyumlu yaşarız diye düşündüm ama şimdi eve girmeye korkuyorum, her sabah yeni bir savaşa yeni bir kaos ortamına uyanıyorum,” dediğimde, Egehan’ın tatlı kahkahası bir kez daha kulaklarımı doldurduğunda, keyifle gülümsedim.

Her sabah Egehan’ın bu tatlı gülüşünü duyarak uyanmak, sanırım Zeynep’in çığlıklarıyla uyanmaktan daha keyifli olurdu.

“Bilemiyorum, ama birlikte yaşayacak olursak evimizin yöneticisi ben olurum. Sen değil,” dediğinde, Egehan’ın nasıl sorumluluk sahibi biri olduğunu bildiğim için gönül rahatlığıyla, “Evin direği olma unvanını keyifle sana teslim ederim Egehan,” dedim.

“Biliyorum, ve seni gördüm! Başını kaldırsana,” dediğinde, başımı kaldırıp da yolun başına baktığımda Egehan’ı bana el sallarken görmüştüm.

Üstünde birlikte aldığımız siyah kaşe kabanı vardı ve kendi merakıma yenik düşüp de eldiven örmeye çalıştığımda parmaksız ördüğüm saçma sapan eldiveni ellerine geçirmişti. Ona karşı gülümserken, telefonu kapatıp cebime koydum ve kar yağdığı için buzlanan yola aldırmaksızın Egehan’a doğru koşmaya başladım.

Egehan olduğu yerde dururken, koşarak üstüne atladım ve kollarımı sıkıca boynuna sararken, “Seni çok özledim!” diyerek kollarımı biraz daha sıktım.

“Hey, sadece on altı gündür yoktum,” dediğinde ellerini saçımda gezdirmiş ve şakağıma minik bir öpücük kondurmuştu.

“Sadece on altı gün diyorsun ama o bana on altı yıl gibi geldi…” dediğimde, hafifçe geri çekilerek Egehan’ın kahverengi gözlerine baktım. Geniş kahverengi halkaların içlerine doğru birkaç yeşil halka vardı. Aşırı güneşli günlerde, gözleri ela gibi parlıyordu.

Hafifçe öne eğilerek, alnını alnıma yasladığında, “Sana bir hediyem vardı aslında… Ama arabada kaldı, gidelim mi?” diye sordu.

Derin bir nefes alarak gülümsedim ve “Olur…” diye mırıldandım. Gözlerini hafifçe yere indirerek bana dikkatle baktığında, ona bakmak gözlerimi ağrıtmıştı çünkü yüzlerimiz çok yakındı ve gözlerine bakmak yorucuydu.

Geri çekilmeden önce başını biraz daha aşağı eğerek dudaklarıma minik bir öpücük bıraktıktan sonra, ellerini omuzlarımdan ellerime indirdi ve sağ elime parmaklarını geçirerek sıkıca elimi tuttu. “Az önce fark ettim de, sanırım ben de seni çok özlemişim…” dediğinde, boşta kalan sol elimi yumruk yaparak omzuna indirdim ve “Beni öpmeden özlediğini fark edemiyor musun?” diye sordum.

“Fark ediyorum, sadece itiraf etmek için öpmem gerekiyor sanırım…” dediğinde, başımı iki yana sallayarak gülümserken, “Arsızsın Egehan Akarsu, dua et evden kaçtım yoksa seni cezalandırarak eve dönerdim,” dediğimde, hızla bana dönüp yanağıma sulu bir öpücük kondurdu ve “Şhh… Öyle bırakmalar falan yok! Sana sürprizim var demiştim…” dedi.

Omuz silkerken, “Durup dururken ne sürprizi?” diye sordum.

“Durup dururken mi?” diyerek aniden yerinde durup da bana döndüğünde, kaşları çatmış bana bakıyordu.

“Unutmuş olamazsın?” dedi şaşkınlıkla. Kaşlarım istemsizce kalkarken, “Korkmaya başladım…” dedim.

“İnanamıyorum! Sevilay Akkaya bizim tanışma yıldönümümüzü unuttu mu?!” Egehan şaşkınlıkla bağırırken, “Bir dakika… Bugün on beş ocak ama?” dediğimde, bir anda aklıma düşen gerçekle sol elimin içini alnıma vurdum ve “Ay… Dün on beş ocaktı! Tabii ya,” diyerek geri çekildiğimde anında yere çöktüm ve tarlası yanmış köylüler gibi yerde dururken, “Sana pasta yapacaktım ben!” dedim yakınırcasına.

Egehan hafifçe saçımı okşarken, “Sorun değil, hem ben pasta istemiyorum…” diyerek benim yanıma çöktü ve ellerini yanaklarıma koyarak gözlerimin içine baktı.

“Dört yıl oldu, sürekli farklı sürprizlerle karşıma çıkıyorsun ve final haftandasın… Unutman şaşırtmadı desem yalan olur ama unutmanı beklemiyordum demek de daha büyük bir yalan olur,” diyerek yanaklarımı yoğururken hafifçe burnunu kırıştırdı ve keyifle beni izledi.

Bense dudaklarımı büzmekle kalmıştım. Nasıl aklımdan çıkabilmişti ki? Bugün 16 Ocak’tı. Dört yıl önce bugün beni aramış, benim hayatıma girmiş ve hayatım olmuştu.

“Şey, ben şu tarafa doğru utanmak istiyorum,” diyerek işaret parmağımla biraz ilerimizdeki ağacı gösterdiğimde, Egehan beni hızla bağrına çekti ve karlı zemine popo üstü düşmeme neden olurken sıkıca kollarını bana sarıp kendisi de yere oturdu.

“Şu hallerine bitiyorum biliyor musun?” derken kollarını biraz daha sıkı sarmıştı bana. Çenesini başıma koyarken konuşmaya devam etti, “Böyle büyüsen de çocuk kalacakmışsın gibi hissediyorum… Sanki ne zaman arasam, o cırtlak kızı duyacakmışım gibi…” dediğinde kıkırdayarak avcuma yerden kar aldım ve boynundan içeri attım.

“Asla büyümeyeceğim…” derken diğer elime de kar toplamıştım ki ensemden içeri kayan buz gibi soğukla titreyerek yüzümü Egehan’ın göğsüne bastırdım.

“Dondum ya…” diye homurdanırken Egehan bir parça karı daha sırtımdan içeri atıvermişti.

“Hasta olursam bana bakarsın! Evdekilere kalırsam, sanırım onlar beni öldürür…” diyerek güldüğümde, Egehan sırtımı sıvazladı ki bu sürtünme sırtımdaki karların eriyip su damlacıklarına dönüşmesine neden olmuştu.

“Ben bakarım, daha önce de bakmıştım… Ama sen benim çorbalarımı sevmiyorsun,” dedi.

“Çünkü hastane çorbası gibi… Azcık baharat atsana be adam!” diyerek Egehan’ı omuzlarından ittiğimde yere sırt üstü düşmüştü. Zaten kollarının arasında olduğum için, ben de onun üstüne düştüğümde, “Bizi gören yanlış anlayacak!” dedi.

Eh, dışarıdan bakılan bir çift göz için pek de hoş bir manzara sergilediğimiz söylenemezdi ama sevgilime böylesine yapışık olmak beni mutlu ediyordu. Yanlış anlaşılmasın, yapışık sevgililerden değilim. Egehan’ı arkadaşlarından –yakın arkadaşlarından- kıskanmayacak kadar genişimdir ama onun yanındayken kendimi huzurlu hissediyordum.

Sanki aramıza mesafeler girse, bir anda herkes bizi ayırmaya çalışacakmış gibi hissediyordum. O yüzden ondan ayrılmaya, uzaklaşmaya katlanmak neredeyse ölüm gibiydi!

Egehan gittiğinde, nefesim kesiliyormuş gibi hissediyordum.

Hafifçe gülümseyerek başımı tekrardan göğsüne yasladım ve gözlerimi kapattım. Yerdeki kar bacaklarımı dondurmuştu, Egehan’ın da sırtı üşümüş olmalıydı ama kalkmak gelmiyordu içimden…

“Sen çok özlemişsin beni…” derken kollarını sırtımda gezindirmişti.

“Hem de çok… Bir daha bu kadar uzun süreli işlerin olacağında bana haber ver, birlikte gidelim…” dediğimde, Egehan, “Senin finallerin vardı ama hayatım?” dedi.

Hafifçe gülerek, “Aman canım sen de azıcık okulunu uzatsan ne olurdu sanki?” diye sordum. Ben ikinci sınıfa başladığımda çok saygı değer Egehan Beyler üniversiteden mezun olmuş ve babasının yanındaki yerini almıştı.

Bu yüzden de Ocak ayı başında yeni yıla girdikten saatler sonra babasıyla birlikte Londra’ya iş seyahatine gitmişti.

Hayır, arkasından ağlayarak su dökmedim –itiraf etmek istemiyorum.

Egehan’ın tatlı bir sesle, “Biraz daha böyle kalırsak hasta olacak kişi benim, biliyorsun değil mi sevgilim?” demesiyle birlikte üstünden kayarak kendimi yere karların üstüne bıraktım ve hafif gri gökyüzünü izlerken kollarımı iki yana açtım.

“Sen beni aradığında kar yağmıyordu, daha ılık bir hava vardı. akşam yağmurundan kalma soğuk ve nem vardı, hem de rüzgar ıslık çalarcasına camları inletiyordu…” dediğimde, Egehan yerden doğrulmuş ilgiyle bana bakıyordu.

“Başka?”

“O gün derste tüm gün uyumuştum, Selda beni son ders bitince uyandırmıştı… Koşarak staj yaptığımız binaya ulaşmıştık ve yarım saat kadar sonra sen aramıştın. Gerisini biliyorsun, mendebur patrona yakalanmıştım annem olmuştun, sonra yemekhanedeyse bir anda kuzenim oluvermiştin…” diyerek gülümsemeyi sürdürdüğümde, Egehan ayağa kalkıp bana elini uzattı.

Elini tutarak ayağa kalktığımda, beni kendine çekerek elini belime koydu ve “Sonra?” diye sordu.

“Yavaş yavaş, her şeyim oldun. Bir çarpışmayla, aylar sonra gelen bir aramayla… Hayatımdaki en önemli insanlardan birisi oluverdin. Kalbimi çaldın, yokluğunda kafayı tırlattığım bir adam haline geldin. Sen benim dünyam oldun…” diyerek başımı omzuna yasladım ve gülümsemeye devam ettim.

“Sen tüm romantik kelimeleri çaldın ama…” diyen Egehan’la gülerek, “Sana kalmasın… Sen söyleyince çok utanıyorum ki ben…” dedim.

“Hadi gel, sana sürprizimi göstereyim. Görünce çok mutlu olacaksın…” dediğinde, tekrardan elimden tutmuş ve beni arabasını bıraktığı yere sürüklemeye başlamıştı. Bizim eve giden sokak araba geçmeyecek kadar dar olduğu için Egehan genellikle arabasını mahallenin girişine bırakırdı hep.

“Çok merak ettim şimdi… Ne ki o?” diye sorduğumda, “Görürsün,” diyerek adımlarını hızlandırdı.

“Dikkat et, buza basarsan ikimizde düşeriz…” dedim. Omuzunun üstünden bana bakarken gülümsedi ve “Ben seni üstüme çekerim, canın yanmaz…” karşılığını verdi.

“E, senin canın yanar da benim canım yanmaz mı?” diyerek kaşlarımı kaldırdığımda, “Çok tatlı gülümsüyorsun, seni aniden öpebilirim…” diyerek durdu ve yüzünü yüzüme yaklaştırdı. Başımı iki yana sallarken, “Önce sürprizimi görmek istiyorum,” dedim.

Arabaya yaklaşmıştık.

Egehan dudaklarını bükerek önüne döndüğünde, ona sırtından sarıldım ve çenemi omzuna koyarken, “Hey! Belki sürprizimi beğenirsem, ben öperim seni?” diyerek boynuna minik bir öpücük bıraktığımda, hafifçe kıkırdadı ve “Benden daha arsızsın…” dedi.

“Ee, üzüm üzüme baka baka kararı, Sevilay da Egehan’a baka baka arsızlaşırmış…” dediğimde beni kolunun altına çekip arabaya doğru yürümeye devam etti.

Birlikte arabanın yanına geldiğimizde hızla kilitleri açarak ön yolcu kapısını benim için araladı ve “İçeri geç, torpidoyu aç…” diyerek, ben koltuğa yerleşir yerleşmez kapıyı kapattı ve arabanın önünden dolanarak sürücü kapısını açtı.

Bende torpidoyu açmıştım ki, mor zarfı fark etmem Egehan’ın sürücü koltuğuna oturmasıyla eş zamanlı olmuştu.

“Bana mektup mu yazdın?”

“Aç da bak…” dediğinde, hızla zarfı elime alarak zarfa çok zarar vermeden açtım ve içindeki çizgili kâğıda şaşkınlıkla bakakaldım. “Ama…” diye fısıldamıştım ki, “Evet…” dedi.

“Bu benim ilk günlümden kalan son parça!” dediğimde, gözyaşlarıma mani olamayarak ağlamaya başlamıştım. Egehan kolunu omzuma atıp beni kendine çektiğinde, “Bendeki albümün arasındaymış, Londra’ya giderken yanıma birkaç fotoğraf almak için albümleri kurcalarken bulmuştum…” dediğinde, “Ya…” dedim ve parmaklarımı kâğıdın üstünde, şimdiki yazıma nazaran daha çirkin olan yazımın üstünde gezindirirken ürperdiğimi hissettim.

“Bu, bizim mazimiz…” diye fısıldadım, istemsizce hıçkırdığımda, Egehan şakağıma bir öpücük kondurarak, “Başına gelen onca şeye rağmen direnen mazimiz…” dedi.

“Seni seviyorum Egehan Akarsu…” diye fısıldadım, işaret parmağımı kâğıdın sol üst köşesinde yazan tarihte gezdirirken.

“Ben de seni seviyorum Sevilay Akkaya, hem de bütün kalbimle…”

 

-Son-

Semiha Kaya

6 Haziran 1998 doğumlu, hayalleri yaşından çok olan ve hepsini bir bir gerçekleştirmek için acayip hırs dolu bir insanım.
Hırsımın yanı sıra, üşengeç ve unutkan da olduğum için tüm planlarımı sonsuza dek yaşayacakmışım gibi yaparım lakin genelde anın tadını çıkartırım. Hem ne demiş James Dean?
"Sonsuza kadar yaşayacakmışsın gibi hayal kur. Bugün ölecekmişsin gibi yaşa."
İşte tam olarak ben de böyleyim. Sonsuz hayale sahibim ancak anımın da kıymetini biliyorum. Her anın tadını çıkartıyorum.
Size de anınız kıymetini bilmenizi tavsiye ederim, ne de olsa zaman geri dönmez. :)

Bana, instagram: semihaakaya kullanıcı adı üzerinden ulaşabilirsiniz!

Önerilen makaleler

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: