Merhaba arkadaşlar!
Yeni yılla birlikte yeni bir maceraya atılma kararı alarak ilk romantizme benzer kurgumla bir kez daha internete atıldım.
Tabii, bu sefer sadece Wattpad’de değil, burada arkadaşımla birlikte kurduğumuz bu sitede de yayınlama kararı aldım o yüzden sayfamıza abone olarak yayınlanan bölümlerden ve diğer tüm yazılarımızdan haberdar olabilirsiniz!
Ayrıca, burada Wattpad’den bir ya da iki bölüm önde olacağımı için belki önceliğiniz sitemizi ziyaret etmek olabilir!
Şimdiden keyifli okumalar dilerim, sayfamıza abone olursanız da yorum bırakmaktan çekinmeyin hepsini okuyup yanıt vereceğimden emin olabilirsiniz!
GİRİŞ
“Seninle burada oturup denizi seyre dalmayı seviyorum kadim dostum. Çiğdem çitleyip, yosun kokusunda zevkle boğulabilirim…” dediğimde Şeyda bana yan bir bakış atıp gülümsedi ve “Buraya ne zaman gelsek bu cümleyi kuruyorsun artık hangi mimiklerin ardından bu cümlenin geldiğini ezberledim,” diyerek güldü.
Hafifçe omuz silkerek karşımda parıldayan Konak’a baktım ve iç çektim.
Karşıyaka’daki deniz kenarına yerleşip de Konak’ı seyre daldığımda tuhaf bir hüzün denizine düşüyor ve boğulmaya başlıyordum, bundan da zevk alıyordum sanki…
Şeyda hafifçe omzumu dürterek, “Semracım, saat dört yönünden, tam da senin tipinde bir oğlan bize doğru yaklaşıyor,” dediğinde, başım otomatik olarak dediği yöne dönmüştü. Gözlerimi kırpıştırarak boşluğa bakakaldığımda, “Yer, yön duygun her zaman zayıftı zaten,” diyerek çenemden tuttu ve kafamı çevirdi.
İzmir’in ilkbaharına yakın bu zamanlarında oluşan keskin soğuğuna rağmen üstüne kolları kıvrılmış kareli gömleğinin altından siyah bir tişört giymiş olan oğlan bize doğru yaklaşıyordu ve tam anlamıyla bize bakıyordu çünkü kafam zorla çocuğa çevrildiğinde, hafifçe kaşları çatıldı ardından da rahatlarcasına derin bir nefes alarak bize yaklaşmayı sürdürdü.
“Şeyda, artık çenemi bırakmalısın…” diye homurdandığımda, Şeyda elini çenemden çekerek telefonunu çıkarttı ve “Atıl kurdum,” diyerek kıkırdadı.
“Belki de senin için geliyordur,” diyerek Şeyda’ya döndüğümde, Şeyda başını telefonundan kaldırıp kahverengi gözlerini belli edercesine gözlerini irileştirirken bana baktı ve “Sana postalarım o zaman… Çünkü o senin tipin, benim değil,” dedi.
Şeyda’nın cümlesi biter bitmez, “Merhaba kızlar, öncelikle sizi neden rahatsız ettiğimi hemen açıklamak istiyorum,” diyerek dikkatimizi çekmek istercesine hafifçe bize doğru eğilen gence ikimiz de aynı anda dönerek, kısılmış gözlerle baktık.
Çocuk, kısılmış gözlerimizden çekinircesine bir adım geriye attı ve muhtemelen mükemmel olduğunu düşündüğü bir gülüşle, ki mükemmel sayılabilirdi, bize baktı.
Bir cevap vermeyeceğimi bilen Şeyda, “Açıklamanı dinliyoruz,” dedi oğlana.
“Geldiğim yöndeki arkadaş grubunu görüyorsunuz, değil mi?” diye sorduğunda işaret parmağını geldiği yöne çevirdi. Şeyda ile karşımızdaki gencin arkadaşlarının bulunduğu yöne baktığımızda, oradaki karma arkadaş grubundan birkaç kişi selam verircesine ellerini salladı ve benim başım da otomatik olarak karşımızdaki gence geri döndü.
“Gördük?” dedim sorarcasına, Şeyda da beni onaylarcasına başını salladı.
“Aşırı ergence bir oyun oynuyoruz, oyunun adı görev mi ceza mı belki biliyorsunuzdur… Ve bu yüzden…” duraksadı ve kahverengi mi yoksa yeşil mi olduğunu anlayamadığım gözlerini doğrudan gözlerime dikerek, “Senin numaranı almam gerekiyor,” dedi, dost canlısı bir şekilde gülümsüyordu. Belki biraz saf olsam, bu gülümsemenin güzelliğine düşebilir ve anında numaramı söylebilirdim.
Şeyda gülmemek için dudaklarını birbirine bastırırken, benim kaşlarım istemsizce çatılmıştı ama sırıtıyordum da. Bu gerildiğim zamanlarda yüzüme yerleşen bir ifadeydi.
Numaramı istediğine göre görevi buydu, tuhaf bir merakla, “Peki, cezan ne?” diye sorduğumda, çocuk başını hafifçe öne eğip utanırcasına, “Aslında cezam, bu…” dediğinde, şaşkınlığıma engel olamamıştım.
“Görevin neydi ki?” sorusu dudaklarımdan döküldüğü anda, çocuk da hızla cevap vermişti. “Seni öpmekti…”
İstemsizce, “Aha…” dercesine bir ses çıkardığımda, Şeyda daha fazla kendine engel olamayarak kahkahalarla güldü. Bense tuhaf şokumun verdiği duyarsızlıkla, “Peki, ikisini de başaramazsan ne olacak?” diye sordum.
Tekrardan arkadaşlarını işaret ederek, “Oradaki herkes, bir hafta boyunca bana istediği her şeyi yaptırabilecek…” dedi, yüzünde belirgin bir gerginlik ifadesi oluşmuştu ve umutla bana bakıyordu. Başımı hafifçe omuzuma eğerek, “Arkadaşların çok acımasız görünüyor,” dedim ardından da Şeyda’ya bakarak hafifçe gülümsedim ve “Yine de, bu beni ilgilendirmiyor. Tanımadığım birine numaramı verecek değilim. Hele beni öpmesine izin vermek? Asla…” dedim.
Çocuğun yüzündeki umut dolu bakışlar, yerini sert bir ifadeye bırakırken, “Alt tarafı bir numara,” dedi.
“Evet, öyle ama kişisel bir numara… Sana numaramı verirsem numaramla neler yapacağını bilemem ki,” diyerek kollarımı göğsümde bağladığımda, gencin kaşları hafifçe çatıldı ve “Peki, son bir umut… Bir kez daha rica edebilir miyim?” diye sorduğunda, yüzündeki sertlik tekrardan yumuşamış ve tatlı bir ifadeye bürünmüştü.
İşine gelmeyen durumlarda sinirleniyor ama istediğini elde etmek için de tatlılığından ödün vermiyordu anlaşılan… Aslında açık bir karakter gibi gözüküyordu ama onda görünmeyen özellikler olduğunu da hissediyordum. Gözlerimi kısarak Şeyda’ya döndüğümde, Şeyda yardım çağrımı hemen fark ederek, “Teminat vermelisin,” dedi.
Hem gencin hem de benim kaşlarım çatılırken, “Öncelikle telefon numaranı sen ver ve adını söyle…” dediğinde, Şeyda elimdeki telefonu parmağının ucuyla hafifçe itti. Otomatik olarak tuş kilidimi açıp gence bakmaya başladığımda, genç adam onaylarcasına başını sallayıp numarasını söyledi.
“…Çağatay Aksoy.”
Kartvizitini hızla oluştururken ismini yazdığım yerin yanındaki artıya tıklayarak, kameranın açılmasını sağladım ve “Gülümse,” dedikten hemen sonra telefonumdan patlayan flaş, karanlıkta adını biraz önce öğrendiğim Çağatay’ın yüzünü aydınlattı. Bu sayede gözlerinin rengini çözebilmiştim, içleri yeşil kenarları ise kahverengiydi. Yani ela gözlü dediğimiz o bukalemunlardandı.
“Eğer telefon numaramın güvende olmadığını hissedersem, seni polise veririm. Görsel kanıt da lazım bunun için,” diyerek Çağatay’ı rehberime kaydettim ve arama simgesine basarak onu aramaya koyuldum.
Elinde tuttuğu telefonunun ekranı parlarken, çatık kaşlarla ekrandaki numaraya baktı ve “Hah, zaten kayıtlısın…” dedi şaşkınlıkla, ardından da gözlerini kırpıştırdı ve tekrardan bana bakarak, “Semra Kayahan…” dedi.
1. Bölüm
⅏
“Birbirimizi tanıyor muyuz?” diye sorduğumda, başını iki yana salladı ve “Şahsen değil, sanırım aynı fakültedeyiz…” dedi. Ardından kaşları çatılırken, başını kaldırıp arkadaşlarının bulunduğu ağacın altına sinirle baktı ve “Tabii ya, durup dururken hiç tanımadıkları birini hedef belleyecek değiller ya…” diye homurdanırken, şaşkınlıkla onu izlediğimizi hatırlarcasına bize döndü ve “Çok üzgünüm… Kafanız karıştı muhtemelen,” dedi.
Şeyda benden hızlı davranarak, “Benim karıştı, net yani…” diyerek gözlerini Çağatay’a dikti.
“Şöyle ki, muhtemelen hepimiz aynı üniversitedeyiz ve sanırım, seninle aynı fakültedeyiz çünkü ya ortak bir dersimiz var ya da ortak bir whatsapp grubuna üyeyiz…” dediğinde, kaşlarım biraz daha çatılmıştı.
Bu tuhaf ortak noktalar bir anda gerilmeme sebep olurken, hafifçe umursamaz bir şekilde gülümsedim ve “Tamam… Olayı çözdüm sayılır, sorun yok… Tuhaf bir tesadüf olsa da, üstünde çok durmayacağım ve seni sabırsızlıkla bekleyen arkadaşlarının yanına yollayacağım,” diyerek omuzuna vurduğumda, Çağatay omuzundaki elime baktı. Ardından da, geldiğinde yüzünde bulunan o mükemmele yakın gülümsemesiyle bize baktıktan sonra beni taklit edercesine elini omuzuma koyarak, “Teşekkür ederim,” dedi.
“Teminat aldığımı unutma…” diyerek gülümsememi genişlettiğimde, başını hafifçe salladı ve “İyi akşamlar…” diyerek yanımızdan ayrıldı.
Hızla Şeyda’ya döndüğümde, ikimiz de aynı anda, “Biraz önce ne yaşandı?” diye sorduk.
Ben şaşkınlığımdan sıyrılamazken, Şeyda, “Sana tercih yaparken söylemiştim değil mi? O fakültede bir tuhaflık var!” diyerek, gözlerini irileştirerek bana baktığında yüzümü hafifçe buruşturup, “Ay, Şeyda! İşsizlerin fakültesinde tuhaf olan tek şey, süper bir şirkette yüksek meblağlı bir maaşla işe başlamak olabilir!” dedim.
Ardından omuzumun üstünden Çağatay’a ve arkadaşlarına baktım. Duyamasam da kahkahaların yükseldiğini anlayabiliyordum. Birkaç kişi başlarını geriye atmış, bazıları ise bize bakarak sırıtıyordu. İstemsizce suratımı buruşturarak Şeyda’ya döndüm ve “Bana bir ürperti geldi…” dedim, dişlerimin arasından tıslarcasına.
Şeyda da, “Şimdi kalkıp gitsek orada hakkında asılsız muhabbetler oluşabilir, oturmaya devam edersek ve de onlar oyuna devam ederlerse, sen hedef olup duracaksın…” diyerek çatık kaşlarla bizden metrelerce uzaklıkta bir ağacın altına kurulmuş olan arkadaş topluluğuna baktı.
“Peki, bunlar neden benim başıma geliyor?” diyerek başımı öne eğip Şeyda’nın boynuna yerleştirdim ve “Haydi ışınla bizi Doranbalt…” dedim.
“Doran… Ne?”
Yüzünü görmesem bile Şeyda’nın yüzünü buruşturduğunu tahmin edebiliyordum. Bazen arkadaşlarınızı görmeseniz dahi, ses tonundan yüzünün aldığı şekli gözlerinizde canlandırabiliyordunuz…
“Favori animem Fairy Tail’den bir karakter, ışınlanma gücü var da…” diyerek başımı kaldırdığımda, telefonumu çantama koyarak sırtımı ardımızdaki yeşilliğe dönüp ayaklarımı denize doğru sallandırdım ve avuçlarım betona gelecek şekilde, ellerimi geriye koyarak ağırlığımı kollarıma verdim.
“Evet, bu boğucu yosun kokusunu son kez içime çekiyorum ve buradan kalkıp gidiyoruz. Buradaki en güzel frappe yapan kafeyi hâlâ bulamadık o yüzden, son vapuru kaçırmadan önce etrafta biraz daha tur atmalıyız,” diyerek Şeyda’ya döndüğümde, kalkık kaşlarla bana baktı ve sinsice gülümserken, “Kaçıyor musun?” diye sordu.
“Ne münasebet! Sana planımızı söyledim,” diyerek tekrardan Konak’a bakmaya koyulduğumda, “Fazla ayrıntılı bir plandı, genelde bir şeyden kaçarken kurduğun planlarda çok ayrıntılı hareket edersin,” dedi.
“Ah! Hadi kalk gidelim… Yaklaşan bir tuhaflık hissediyorum!” diyerek bacaklarımı topladım ve bağdaş kurarak Şeyda’ya döndüm.
Tam da bu sırada, yanımıza gelen bir gencin, “Yaklaşan tuhaflık ben miyim acaba?” demesiyle, ikimizin de başı aynı anda çocuğa döndü. Bu seferki gelen Çağatay değildi ama onun arkadaş grubundan birisi olduğunu tahmin edebiliyordum, hatta bu genci daha önce gördüğümden de kesinlikle emindim.
Onu nerede gördüğümü anımsamak için dikkatle gözlerimi kıstığımda, yüz ifademin aldığı şekilden aklımdan geçenleri tahmin edercesine, “Aynı sınıftayız, hatta Çağatay’a seni hedef gösteren de bendim,” dedi.
“Haa…” derken neredeyse iki yüz kişinin bulunduğu sınıfımı düşünerek, başımı aşağı yukarı salladım. Tabii Şeyda da vakit kaybetmeksizin, “Bu benim aklıma başka bir anıyı getirdi…” dedi. Gözlerim hızla Şeyda’yı bulduğunda onun yüzündeki ifade, aklına gelen anıyı benim de hatırlamama sebep olmuştu.
Utandığımı belli etmemek adına, başımı iki yana sallayarak yanımıza gelen gence baktım ve “Bu seferki cezanız ne?” diye sordum.
“Aslında benimkisi görev,” diye düzeltti beni ve Şeyda’ya dönüp, “Ben Çağatay’a Semra’yı hedef gösterince o da bana seni hedef gösterdi… Adın neydi acaba?” diye sordu.
Şeyda kaşlarını kaldırıp ilk önce bana sonra da çocuğa döndü ve “Kim öğrenmek istiyor acaba?” diyerek anlamını benim bildiğim, tatlı bir yan gülümseyişle çocuğa bakmaya başladı. Çocukla epey uğraşacağını daha şimdiden hissedebiliyordum.
“Mert,” diyerek elini uzattığında, “Memnun olmadım Mert, ikidir bizi rahatsız ediyorsunuz ve bundan keyif alıyor gibi bir haliniz var ama biz hiç de keyif almıyoruz. Bizi rahatsız ettiğiniz için ve arkadaşımın en sevdiği bu manzarayı izleme keyfini sürekli böldüğünüz için açıkçası sizden şikâyetçiyim ve tam şu saniye içinde arkanı dönüp gitmezsen, ‘Cinsel taciz var!’ diye haykıracağım!” diyerek gülümseyişini genişletti.
Hayranlıkla Şeyda’ya bakmaya başladığımda, Mert gözlerini kırpıştırarak Şeyda’yı izledi ve bana kısa bir bakış attıktan sonra ağzını açacak olmuştu ki, “Saniye dedim, doldu ve…” Şeyda derin bir nefes aldığında Mert ellerini havada salladı ve “Tamam, tamam… Gidiyorum!” dedi.
Bize sırtını dönmeden geri geri adımlamaya başladığında, “Bisiklete dikkat et!” dememe kalmadan, sol taraftan gelen hızlı bisikletle çarpıştı ve yere düştü. Şeyda ile gülmemek için kendimizi sıkarken, Mert yerde suratını buruşturmuş bir halde, küfürler ederek bisiklet süren çocuğa bakmaya başlamıştı.
“Gerçekten tuhaf bir akşam, değil mi?” diyerek Şeyda’ya döndüğümde, Şeyda başını aşağı yukarı salladı ve Şeyda da “Allah aşkına, bugün o kelimeyi kaç defa kullandık? Resmen ‘tuhaf’ kelimesinden başka bir şey çıkmadı ağzımızdan…” diyerek güldüğünde, gözlerini Mert’e dikti. Mert ve bisikletin sürücüsü yerden kalktıklarında, Mert bize bakmadan arkadaşlarına doğru sinirli adımlar atmaya başladığında, Şeyda ayaklarını yere indirdi ve “Bizim için, şimdi gitme vaktidir…” dedi.
“Kesinlikle, şimdi Mert o oyundaki herkesin dediğini yapmak zorunda kalacak ve boklu değneğin ucunun bize dokunmasını istemeyiz, değil mi kadim dostum?” diyerek Şeyda’ya baktığımda, hızla başını onaylarcasına salladı ve “İşe beni karıştırmasalardı oturmaya devam eder ve eğlenirdim ama işin içine ben de girdiğime göre, eğlence bitti…” dedi.
“Tam anlamıyla bir şerefsizsin,” dedim, çantamın uzun askısını başımdan geçirerek parmaklarımı ceketimin ceplerine tıkıştırdım ve kaşlarım kalkık bir şekilde aldığımız çiğdemin ağzını kapatıp çantasına tıkıştıran Şeyda’ya bakmaya başladım.
“Senden kapmış olmalıyım,” diyerek çantasını sırtına geçirdiğinde, bana baktı ve gülümsedi.
“Muhtemelen,” diyerek, keyifle sırıtmaya başladığımda, başımla ışıkları işaret ederek yürümeye başladım. Şeyda da yanımda yürümeye başladı ve sessizce yürümeye devam ettik. Her ne kadar, sürekli konuşacak konular bulabiliyor olsak da kalabalık arasında sesli bir şekilde konuşmaktan ikimiz de hoşlanmıyorduk.
Sanırım bu benim paranoyaklığımdan kaynaklanıyordu. Nedense, toplum içinde birisini çekiştirmeye başladığımız anda herkes sessizliğe gömülüp, bizi dinliyormuş gibi hissediyordum.
“Semra…”
Başımı çevirerek Şeyda’ya baktığımda yerdeki yavru kediyi elleri arasına hapsetmiş aşkla yavruya bakıyordu. “Aha buldu yine bir kedi, hadi sevelim,” diyerek yanına çöktüğümde, kediyi elleri titreye titreye sevmeye başladı. Şeyda kedileri çok severdi, sanırım kediler de onu seviyordu çünkü bugüne dek Şeyda’dan kaçan bir kedi bile görmemiştim.
Şeyda, “Kanka bu çok küçük… Annesi falan yok mu? Neden yalnız ki?” diye mırıldanırken, etrafına bakınmaya başlamıştı. Şeyda’nın sorusu benim de etrafımızı izlemeye başlamama neden olmuştu. Dediği gibi yavru çok küçüktü, eğer ki annesi yoksa hayatta kalması zordu özellikle de böyle kalabalık bir caddede böylesine minik bir bedenle zor yaşardı.
İnsanlar, sanki dünya sadece onlara aitmişçesine her köşe bucağa ayak bastığı için bu zavallı hayvanların kaçmadan rahat rahat yatabilecekleri minicik bir alan bile kalmamıştı etrafta…
“Annesi yok gibi, olsa buralarda olmaz mıydı?” diye soran Şeyda’ya dönerek, “Belki yemek bulmaya gitmiştir, o yavruyu alamazsın Şeyda. Anneciği geldiğinde, yavrusunu bulamazsa üzülür…” dediğimde, Şeyda bana yavru köpek bakışlarını atarak, “Ama etrafta başka yavru da yok. Biliyorsun kediler bir yavrulayınca sürü oluyor… Kaybolmuş sanırım,” diyerek gözlerini kırpıştırmaya devam etti.
“Şeyda…” diye mırıldandığımda, Şeyda dudaklarını bükerek bakmaya başladı bu sefer de.
“Sen bilirsin ama… Daha bir saat buradayız, şu kafeye oturalım eğer bir saat içinde gelen giden bir anaç kedi olmazsa alırsın, olursa zaten salmak zorundasın…” dediğimde Şeyda kediyi istemeye istemeye bıraktı ve gösterdiğim kafeye baktı.
“Tamam, şu masaya oturalım ki yavrucuk göz hapsimde olsun…” dedi ve kafenin dışındaki iki kişilik masaya oturarak kediye bakmaya başladı.
Başımı iki yana sallayarak masada karşısına oturdum ve etrafımıza bakınarak garson aradım.
“Şeyda, bu kafenin frappesini sevmemiştin o yüzden kahve falan içeriz?” diye sorduğumda, gözlerini yavru kediden ayırmadan, “Olur, fark etmez…” dedi.
“Şu yavruları sevdiğin kadar beni de sevsen keşke!” diyerek trip atarcasına kollarımı göğsümde bağladığımda, Şeyda bana dönerek, “Seni de seviyorum ama sen kendini koruyabilirsin, o koruyamıyor… Baksana koca ayaklı insanlar patır patır yanından geçerken ürküp duruyor zavallım…” diyerek tekrardan kediye dönmüş ve dudaklarını bükmüştü.
“Umutsuz vakasın,” derken, başımı iki yana sallamış ve elinde menüyle yanımıza gelmekte olan garsonu fark ederek, “Orta içiyorsun, değil mi?” diye sormuştum. Şeyda başını onaylarcasına salladığında, elimi havaya kaldırarak, “İki orta Türk kahvesi,” diyerek gülümsedim ve garson daha bizim yanımıza gelemeden sipariş işini hallettim.
Garson hızla başını sallayıp gerisin geri kafeye döndüğünde, cep telefonumu çantamdan çıkartarak masanın üstüne koydum ve ekranda parlayan mavi led ışığa kısık gözlerle baktım.
“İnternetim kapalıyken mesaj geldiğine göre, sms olmalı…” dedim kendi kendime, Şeyda hâlâ daha beni dinlemediği için sadece başını sallamıştı. Telefonumun orta tuşuna basarak ekranın aydınlanmasını sağladım ve tahminimde yanılmadığımı görerek sırıttım.
Tuş kilidimi hızla açıp da smslere girdiğimde, kaşlarım istemsizce çatılmıştı çünkü mesaj, Çağatay Aksoy’dan gelmişti.
“Sana şaşırmadığım bir şey göstereceğim,” dediğimde, Şeyda kaşlarını kaldırarak bana döndü ve “Ne oldu?” diye sordu.
Telefonumu masadan elime alarak, ekranı Şeyda’ya çevirdim ve “Oradan uzaklaşmak bile oyunlarının boklu değneğinden uzaklaştırmıyor bizi…” dedim.
Şeyda kıkırdamaya başladığında, “Nerede olduğunu öğrenmem lazım…” dedi, Çağatay’dan gelen mesajı komik bir sesle okumuştu.
Başımı iki yana sallayarak telefonumu kendime çevirdim ve mesajı silerek tuş kilidimi kapattım. “İşin kötü yanı, biz bu gençlerle aynı üniversitedeyiz…” diyerek dudaklarımı büktüğümde, Şeyda sinsice sırıtırken, “Daha da kötüsü, sen onlarla aynı fakültedesin…” dedi.
Başımı iki yana salladığım sırada, Şeyda’nın göz hapsine aldığı yavru kedinin yanında büyük bir kedi görünce kaş göz işaretiyle, “Gelmiş seninkinin anası,” diyerek sırıttım. Şeyda hızla başını yavrunun bulunduğu yere çevirdiğinde, “Oyy, annesine kavuştuğu için artık daha korkusuz oldu baksana şuna…” diyerek, aniden cırladığında, etrafımızdaki masalarda oturan birkaç kişi dönüp bize bakmıştı.
Ayağımla Şeyda’nın bacağını tekmelerken, “Çığırmaz mısın güzel arkadaşım? Sen çığırınca herkes dönüp bize bakıyor malum,” diyerek bize bakan insanlara kısa gergin bir gülümseyişle baş selamı vererek Şeyda’ya dönmüştüm.
Şeyda ise, “Neden kızardın ya?” diyerek bütün umursamazlığını ortaya serdiğinde, “Beni utandırıyorsun…” demekle yetindim.
“Ne var canım, birden sesim çok çıktıysa!” diyerek kollarını göğsünde bağladığında, Şeyda’ya düz bir ifadeyle bakmaya başlamıştım ki, “İki orta Türk kahvesi…” diyerek masamıza yaklaşan garsonun sesi ardımızdan yükselmişti.
Başımı kaldırıp da garsona döndüğümde, kaşlarımın çatılmasına engel olamamıştım. Şaşkınlıkla dudaklarımdan, “Sen?” sorusu döküldü.
Kesitler ve daha fazlası için:
Instagram/Twitter: /semihaakaya