dostluk-bagi

   Bu yazı bir kız ve bir köpeğin dostluk bağını köpeğin bakış açısından okumamız için yazılmıştır.

 

Uyanmama rağmen göz kapaklarımı açmak için acele etmedim. Gözlerimi ağır ağır açarken güneşin karşı ki tepelerden henüz daha yeni doğmaya başladığını fark ettim. Patilerimi öne doğru uzatırken ön kapı yavaşça açıldı. Gözlerimi hemen kapıya çevirdim ve sinekliği aralayan Necla’yı gördüm. Her sabah olduğu gibi yine eşofmanlarını giymiş, saç bandını takmıştı. Bana neşeli bir ses tonuyla, “Günaydın Bailey, koşuya hazır mısın bakalım?‘’ dedi. Kuyruğumu çok hızlı sallıyordum, bunu fark edince hemen oturdum yoksa heyecanım durmayacaktı. Necla’yı her görüşümde heyecanlanıyorum; çünkü siz insanların karşı cinsinize aşk diye beslediğiniz duyguları bende Necla’ya karşı besliyordum. Bahçe kapısını açıp ormana giden patikada ritmik bir koşu tutturdu. Midem kazınmaya başlamıştı ama onu ormanda yalnız bırakma düşüncesi kulağa pek hoş gelmiyordu. Hem yanında gitmesem bile bana yemek verilmezdi çünkü beni besleyen, mamamı yemek kabıma dolduran tek kişi Necla idi. Kuyruğumu sallayarak neşeli ve midemden gelen guruldamalı adımlarla peşinden koştum.

Verandanın basamaklarını tırmanırken nefesim henüz düzelmişti. Dilim damağıma yapışmıştı ve su içmek için sabırsızlanıyordum; susuzluk açlığımı bile bastırmıştı. Ancak tas kupkuruydu. Necla kulaklıklarını çıkarırken diğer eliyle de kapıyı açtı. Anında içeri dalıp mutfağa koştum. Necla arkamdan mutfağa gelip küçük bir kaba su doldurup banyoya yürüdü. Ben şapır şupur suyu dibine kadar içerken banyodaki çeşme açıldı. Kanepeye uzanmak için tam bir hamle yapacakken arkamdan tiz bir çığlık yükseldi: ‘’Bailey sakın! Sakın diyorum sana! İn oradan aşağı.’’

Korkuyla aşağı atlarken terlik kuyruğuma çarpıp kanepeye indi. Fatma Hanım gecelikleriyle başımda dikilmiş bana kızarken Necla, Fatma Hanım’a bir öpücük kondurup, ‘’Aman anne ne olacak sanki bırak azıcık yatsın,’’ dedi.

‘’Olur mu kızım? Kanepenin her yeri tüy olacak. Sen temizlemiyorsun, ben temizliyorum, canım çıkıyor vallahi!’’ derken, Necla ‘’Tamam tamam bir daha olmaz,‘’ diye annesinin yanağını sıktı. Halbuki annesi yokken hep yatıyorum kanepeye, hatta o da yanıma oturup film izliyor… Necla odasına çıkarken peşinden gittim ve tam odasına girecekken beni durdurdu, ‘’Hayır Bailey! Giyineceğim, çok ayıp. Seni kötü köpek!’’ dedi. Her ne kadar yanında kalmak istesem de mecburen merdivenlerden aşağıya indim. Evde kös kös oturarak Necla’yı beklemekten başka bir şey olmadığı için mutfak kapısını patimle iterek araladım. Temiz hava tüylerimi okşarken tavukları kovalamak için kümese doğru koştum. Onlar korkuyla kaçışırken ben dilim dışarıda mutluluktan dört köşe oluyorum. Nedenini bilmiyorum ama hoşuma gidiyor işte.

Evin kapısı açılıp da elinde mama tabağıyla Necla görününce eğlencemi yarıda kesip hemen yanına koştum.

Öğlene kadar Necla ile ‘’topu yakala’’ oyununu oynadık. Öğleden sonra kasabaya inmek için hazırlandık, yani şehir merkezine inip bana küçük kemik şeklindeki çikolatalardan alabilecektik. Onlar benim şu dünyadaki en sevdiğim yemek türüydü. Her şey hazır olunca Necla ile beraber yola çıktık. Evden kasabaya kadar yaklaşık olarak iki kilometre kadar bir mesafe vardı ve bu sefer bütün yolu yürümek zorundaydık çünkü Ahmet Bey iş için arabayla bir yolculuğa çıkmıştı ve onun dışında arabayı kullanan kimse olmadığı için yürümekten başka bir çaremiz yoktu…

 

 

Kasabaya vardığımızda güneş kızıla bürünmüştü. Gökyüzü yine o pembe pamukçuklarla doluştu ve ben bir gün onları yiyebileceğime inanıyordum, tatlarının aynı pamuk şeker gibi olduğuna eminim. Dükkânlardan birine girip soluklandık. Necla, dükkândaki adamla biraz sohbet ettikten sonra (ki bu sohbette Ahmet Bey’in adının geçtiğine patimi basarım) yumurtaları verip parayı aldı. Dükkândan çıkıp kasabanın büyük parkına doğru ilerlerken camında bir sürü pati izi olan küçük yere de uğradık ve en sevdiğim o kemik şeklindeki çikolatalı şeyleri Necla’nın elindeki kese kâğıdından koklayabiliyordum. Ama her şeyden önce biraz bir şeyler içmemiz gerekiyordu. Tabi yemeğinde zararı olmaz. Kasabanın beton sokaklarından geçerek parkın girişine geldik. Parkın etrafını uzunca bir nehir sarıyordu. Ortasında küçük bir göl ve ördekleri vardı. Su içmek için çeşmeye gittik. Necla suyunu içtikten sonra her zaman ki gibi avucuna su doldurup tam ağzımın önüne getirdi. Suyu içerken dilim sürekli eline değdi. Sonra bir daha, bir daha ve bir daha… Doyana kadar yeniden doldurup yeniden içirdi. Hâlbuki nehirden içebilirdim ama bana temiz su içirmek istiyordu. Nehir suyuna bir şey bulaştıysa bana da bulaşır diye korkuyor, beni kaybetmek istemiyor. Hatta bir keresinde başka bir köpek (oyun oynadığımızı sanıyordum) yanağımı ısırıp kanattığında çok korkup ağlamıştı. Yaramın iyileşmesi belki birkaç hafta sürmüştü ama hala Necla’nın ağladığı aklıma geldikçe içimde bir yerler acıyordu. O zamanlar ikimizde küçüktük, on dört yıldır beraberiz ve olay olduğunda ilk senemizdi.

 

Parkta biraz oyalandıktan sonra yola koyulduk. Güneş tepelerin arkasına saklanmış, yıldızlar gökyüzünü aydınlatmıştı. Geldiğimiz yoldan geri dönmek yerine kestirmeye girmiştik, ormanın içindeki küçük patikan yürüyorduk. Hava karanlıktı fakat önümü görebileceğim kadar ışık vardı. Necla ‘’ Bailey korkmuyorsun değil mi? Yoksa korkuyor musun? Ah çok ayıp oğlum! ‘’ derken gülüyordu ama gülüşündeki o ince titremeyi hiçbir kahkahası bastıramadı, onun korktuğunu hissediyordum ve alay ederek kendini sakinleştirmeye çalışıyordu. Burnumla elini yavaşça dürttüm ve avuç içini yaladım. Başımı okşarken elleri buz gibiydi, hâlbuki havaya henüz serinlik çökmemişti. Bir müddet yürüdükten sonra telefon çalmaya başladı. Necla hızla telefonu cebinden çıkartırken yere düşürdü. Niye bu kadar aceleci olduğunu anlayamıyordum şuan. Telefonu kulağına götürüp ‘’Efendim anne? Anne sesin gelmiyor, beni duyabiliyor musun? Evet anne. Geliyoruz, sadece işimiz biraz uzadı. Evet, tamam dikkat ederiz, kestirmeden geliyoruz yarım saate oradayız annem, öpüyorum.’’ dedikten sonra telefonu kapatıp en sevdiği şarkıları mırıldanmaya başladı. Yaklaşık olarak yarım saat daha yürüdüğümüzü tahmin ediyorum ki çok yorulmuştuk. Necla küçük bir kayaya çömüp yüzünü ellerinin arasına aldı, titriyordu ve benim bir anda bütün hormonlarım harekete geçti endişeyle. ‘’Bailey’’ derken sesinde korktuğuna, üzüldüğüne ve pişman olduğuna dair bütün tınıları saklıyordu. Gözlerine bakıp bir şeyler söylemesini bekledim. Ama o sadece bana bakıp ağlamaya başladı, o tuzlu küçük damlacıkları gözlerinden pıt pıt akıtıyordu işte yine ve benim içimde yine bir yerler acımaya başladı ve hemen kafamı ellerinin arasına sokup burnunu yalamaya başladım. Bir şeyler çok ters gidiyordu ve ben ne olduğunu hala anlayamamıştım. ‘’ Bailey, bana kızma ama kaybolduk sanırım.’’ Derken kafamı kaldırıp şaşkınca ona baktım. Kulaklarım fazla kalkmış olmalı ki ‘’İndir o kulaklarını şaşkın şey güldüreceksin beni. Bak Bailey, bu yolu çok iyi biliyoruz; ama kaybolduk işte, bir şeyler çok ters gitti. Eve varmış olmalıydık çoktan. Telefonum çekmiyor, annem deliye dönmüştür şimdi. Ne yapacağız biz? Bailey lütfen yolu göster bize.’’ dedi. Ağlaması hoşuma gitmiyordu, o benim minik kızımdı. Ben onun yanındayken hiçbir şey onu üzemez. Küçükken bile ne zaman düşüp ağlasa onu güldürür acısını geçirirdim. Şimdi de ne olursa olsun onu eve götürmem lazım. Patimi onu teselli etmek için dizine koyup neşeyle havladım. ‘’Ben buradayken sana hiçbir şey olmaz’’ dedim içimden. Tişörtünün ucundan çekiştirerek ayağa kaldırdım. Parmaklarını gözlerine bastırıp yaşları sildi. Tekrar yürümeye başladık; ama bu sefer Necla sürekli taşlara takılıyor, dikenli çalılara çarpıyordu. Ya yorulmuştu ya da göremiyordu. Yanına dönüp burnumla cebini dürttüm. ‘’ Hayır Bailey. Çekmiyor sürekli bakıyorum.’’ dedi. Bir daha dürttüm. Sonra ne demek istediğimi anlamış gibi cebinden kayışımı çıkardı. ‘’ Aferin Bailey. Çok yoruldum. Belki düşmemem konusunda yardımcı olursun’’ derken kıkırdıyordu fakat sesinde hala korku vardı.

 

Sezgilerime güvenerek devamlı aynı yolda ilerledim. İleride patika ikiye ayrılıyordu. Hiç tereddüt etmeden burnuma gelen tatlı su kokusuyla sola saptım. Göle yakınsak eve de yakındık. Oradan sonrasını gözüm kapalı bile bulabilirdim. Su kokusu şiddetlendikçe kendimi mutlu hissediyordum. Küçük kızımı eve sağ salim ulaştıracağım için mutluydum. Adımlarımı hızlandırarak kayışımı çekiştirdim. ‘’Bailey yavaş ol, önümü göremiyorum.’’ derken Necla kızmış gibiydi sanki. Ama bilse yaklaştığımızı o da koşardı benim gibi. Burnuma gelen koku sayesinde güç almıştım; biraz daha hızlandım ve kayışım o zaman gevşedi. Arkamı hızla dönünce Necla’nın yorgunluktan yere yığıldığını gördüm. Hava soğuktu ve Necla’nın yüzü bembeyaz kesilmişti. Onu yalayarak uyandırmaya çalıştım. Gözlerini açmayınca korkmaya  ve havlamaya başladım, hafif nefesleri dışında hiçbir tepki alamadım. Şiddetli bir şekilde havlayınca gözleri fal taşı gibi açıldı ‘’ Oh Bailey çok yoruldum. Lütfen bana az kaldığını söyle.’’ dedikten sonra yavaşça ayağa kalktı. Kayışımı tutmadan yürümeye başladı; bir iki tökezledikten sonra yine yere düştü. Yanına dönüp burnumla yüzüne dokundum, burnumdan daha soğuktu. ‘’Bailey bana bir iyilik yapar mısın ?’’ patimi evet dermiş gibi koluna attım. ‘’ Tamam tatlım şimdi bensiz evi buluyorsun, anladın mı ev diyorum, ve bana yardım getiriyorsun tamam mı? Anlıyorsun beni değil mi?’’ dedi. Yanından ayrılmak istemiyordum. Ben yokken başına bir şey gelebilir veya bir şey saldırabilirdi. Onu korumam lazım; fakat yardım getirmezsem soğuktan da ölebilir. Üzülsem de yüzünü yalayıp kokunun geldiği yöne koşmaya başladım. Patilerime batan dikenleri yok sayarak hızla koşuyordum. Hava sanki genzimi yakıp geçiyordu. Durup soluklanmam ve dikenlerle uğraşmam gerekiyordu, durmadım, duramazdım küçük kızım orada beni bekliyorken. Her adımımda dikenler daha çok batmaya başlamıştı; ama şimdi durursam çok geç olabilir Bailey. Benim küçük kızım her saniye tehlike içerisinde. Henüz beş dakika bile olmamıştı ki göl yüzünü göstermişti. Beklediğimden daha yakındı. Bundan sonrasını gözüm kapalı bile halledebilirim ben.

 

Bahçe kapısından hız kesmeden girdiğimde yolun üzerindeki ışıklı arabayı yok saymıştım. Verandanın basamaklarını uçarcasına tırmanıp kapıyı tırmalamaya başladım. Havlayıp durdum. Kısa süre içinde kapıyı Fatma Hanım açtı. Yüzü şaşkınlık ve ümitle doluydu ama daha çok ümitle dolu olduğunu biliyordum. Sinekliği itip önce bana sonra karanlığa doğru bakındı. Arkasından Ahmet Bey ve üniformalı iki adam çıktı. Demek Ahmet Bey haberi duyunca hemen gelmişti, hayatı söz konusu olmasa Necla iyi batırdı derdim ve köşe bucak saklanırdım Ahmet Bey’in gazabından. Bütün gözler üstüme dikilirken kendime geldim ve havlayarak geldiğim yöne gerisin geri koşmaya başladım. Birkaç adım ileride dönüp arkama baktım ve peşimden geldiklerini gördüm. Bu sefer karanlık değildi, arkamdan çok parlak ışıklar tutuyorlardı. İçimdeki umut ışığı gittikçe yayılıyordu. Ormana girerken hızımı biraz yavaşlattım, ormanın içinde bana yetişemezlerdi. Seri adımlarla Necla’nın bulunduğu yere kadar yürüdüm. Parlak ışıklarla aramda yüz metre falan vardı ve ben Necla’yı bulup havlamaya başladım bütün sesimle. Nefesini hissediyordum; fakat buz gibiydi. Ona bir şey olmasından korkarak iyice sokuldum, çenemi göğsüne yasladım. Ya ona bir şey olsaydı, o zaman ne yapardım ben? Suçluluk duygusuyla savaşamazdım. Bir daha asla tavukları kovalayamaz, yemek yiyemezdim. Nefesimi yüzüne doğru üfleyerek onu ısıtmaya çalıştım.

 

Işıklar artık başucumuza gelince Necla’yı kucaklayıp benden kopardılar; ama onların yanında iyi olacağını biliyordum. Onu yalnız bırakmak istemediğim için direnen kemiklerime rağmen yavaşça ayağa kalktım. Fakat düşündüğüm kadar güçlü değilmişim, her şey Necla emin ellere ulaşana kadarmış. Kalkmam ile yere yığılmam bir oldu. Gözlerim ağır ağır kapandı ve karanlığa gömüldüm.

 

Gözlerimi açmadan önce o tanıdık kokuyu içime çektim ve göz kapaklarımı araladım. Necla’nın kokusu buram buram odayı kaplıyordu. Birileri beni buraya taşımış olmalıydı. Başımın hemen yanındaki tanıdık elin altına kafamı sokup beni okşamasını bekledim; ama o el kıpırdamadı. Yatağın başındaki sandalyede Fatma Hanım Necla’ya gözlerini dikmişti. Gözlerinden süzülen damlaların sevinç mi yoksa üzüntü damlaları mı olduğunu çözemedim. Tüylerim hala kirliydi fakat ayağımdaki dikenlerin hala battığını söyleyemezdim. Yatağın üstünde sürünerek kafam Necla’nın yüzüyle aynı hizaya gelecek şekilde ilerledim. Necla gözlerini aralarken dudaklarına bir tebessüm yerleştirdi ‘’ Ah Bailey! Benim güzel Bailey’im. Başardın, sonunda kurtardın beni kahramanım, sen olmasaydın beni kim kurtaracaktı? Aferin sana benim uslu köpeğim.’’ derken konuşmakta zorluk çekiyordu; ama sesindeki mutluluk tınısı hiç kesilmedi. Güvende olduğunu bildiğim için ona daha çok sokulup gözlerimi kapadım. Nefesini dinlerken rahatça uyuyabileceğimi bilerek yorgunluğa teslim oldu…

Aybike Parlak

3 Mart 1998 doğumluyum, doğduğum andan itibaren hayvanlarla beraber büyüdüm, şuanda da 2 kedi, 1 köpek annesiyim. Hayal kurmayı, gezmeyi, arkadaşlarımı, kitap okuyup bir şeyler izlemeyi ve yazmayı küçüklüğümden beri çok seviyorum. Hayatta ki amacımı hala kestirebilmiş değilim ama şuanlık hayvanlarla ilgilenmeye çalışıyorum, çünkü onların bize ihtiyacı var. (Veteriner Teknikerliği öğrencisi oldum bu yazıyı yazdığımdan beri.
Genel olarak çok tembel birisiyim (blog işi tembelliğe karşı ama halledicez bir şekilde) Ortaokuldayken çok fazla deneme türü, hikaye yazıyordum fakat baya bir süredir yazmıyorum ayrıca şu sıralar kitap okumakta da zorlanıyorum ama kitaplara ve yazma işine tekrar odaklanmak istiyorum.
Kısaca deneyimlerim, sevdiğim şeyler, yorum yapmak istediğim şeyleri sizinle paylaşmak, fikrimi belirtmek istiyorum. Umarım sizin için de yararlı olur. Henüz insanlara kendimi anlatma konusunda yetersiz de olsam beni anladığınızı umuyorum ve zamanla geliştikçe her şey daha iyi olacak. Umarım yazılarımızı beğenirsiniz.

Önerilen makaleler

2 Yorum

  1. Necla ve bailey değilde aybike ve alice olmalıydı sanki 😀😀

  2. Yok yok onlar Bailey ve Necla 😀 😀

Bir Cevap Yazın

%d blogcu bunu beğendi: